Kültür – sanat ve sınıf üzerine tartışalım... - Serdar Türkmen
manşet, yazıçeviri 06:01
İlyas Ceran’ın 21 Eylül 2010 tarihinde Sendika.Org’ta yayınlanan ‘Kültür-Sanat ve Sınıf Üzerine’ başlıklı yazısına cevap/katkı niteliğinde, tartışmayı genişletmek niyetinde, biraz da gecikmiş bir yazıdır
Sanatın yalnızca kendisi olduğunu savunan çürük idealist görüşü epeyce geride bıraktık. Hiçbir şey yalnızca kendisi değil; neyse ki diyalektik-materyalizm bu yolu aydınlattı. Dolayısıyla, bu referans üzerine inşa etme gayretinde olduğumuz kültür-sanatın, “kendisini çevreleyen ve kendisi tarafından çevrelenen alanlarla, kesişim kümeleriyle ilişkisi hangi düzeydedir, hangi düzeyde/biçimde olmalıdır?” gibi bir dizi soruya da cevap aramak durumundayız. Bu yazı da “Hadi arayalım” yazısı…
‘Teorik Çerçeve’ ile ilgili birkaç söz
1.Altyapı-üstyapı ilişkisinin teorisi ile ilgili indirgemeci yaklaşıma sıklıkla rastlıyoruz: “Altyapı, üstyapıyı belirler”. Gözlemlediğim kadarıyla, kültür-sanat sorunları ile ilgili çalışmalarda üstyapının altyapıya tesiri, bunun derecesi, üstyapının özgüllüğü, özerkliğinin derecesi, özgürlük mücadelesine katkı sunma olanakları gibi tartışmalara pek girilmiyor. Çünkü boğulma tehlikesi var!
2.Yine bir başka –bence– tehlikeli nokta, şu meşhur ‘yansıma’ teorisidir. “Kültür, ekonomik altyapının bir yansımasıdır” alıntısıyla temellendirilen düşünce problemlidir. Yani şu anda düzensizleştirilmiş, esnekleştirilmiş ve liberal bir kültür mü var? Hatta Marx da, yukarıdaki tespitine zıt düşebilecek ya da daha iyimser bir tavırla parantez içerisinde okunabilecek başka bir cümle daha kurmuştur: “Elbette ki pek çok sanat ürününün, o dönemdeki iktidar ilişkileriyle bağı oldukça zayıftır”. Edilgen bir ‘yansıma’ tanımlamak yerine iktidarın kültür-sanatla olan ilişkisini iyice tarif etmek gerekir.
3.‘Sanat tarihinin, sınıflar savaşımının tarihiyle eşgüdümlü olduğu’ görüşü de tarihsel örneklere bakıldığında problemli gibi duruyor. Örneğin, 11.yy.da Fransa’nın güneyindeki Provence Bölgesi’nden neredeyse bütün Avrupa’ya yayılan gezgin şarkıcılık kültürü aslında bir burjuva kültürüdür. Kilisenin, din-dışı konuların şarkılarda işlenmesini kesin olarak yasakladığı, hatta kilise dışında müzik yapmanın dahi yasak olduğu bir dönemde mazoşist bir aşkı şarkılarında işleyen bu gezgin şarkıcılar, yeni üretim ilişkilerinin müjdeleyicisidir. Ortada ne burjuva vardır, ne de burjuvazinin, feodal aristokrasiye karşı vermiş olduğu bir sınıf mücadelesi. Özet: Sanat tarihi ile sınıf savaşımı tarihi eşzamanlı yürümeyebilir.
4.Sanatı, sınıfla ve iktidarla ilişkisi bağlamında incelerken, sanatın kendi terminolojisini kullanmak gerekiyor. Gözlemlediğim kadarıyla kültür-sanat yazınlarında, politika ya da toplumlar tarihi terminolojisi kullanılıyor. Bu da sanatın özgüllüğü içerisinde ele alınmasının önüne barikat kuruyor.
Sanatın işlevi üzerine bir monolog
“Sanatçı toplumun önündedir ve ona yol gösterme zorunluluğu vardır” şeklindeki bir şiar üzerinden sanatçının ‘yapması gerekenleri’ tarif etmenin indirgemeciliğinde boğulmadan bir şeyler karalayalım.
‘Sanatçı’ nitelemesinin kendisi, problemlidir. ‘Sanatçı’, sınıflı toplumla ilgilidir. Yarın yeni bir kültür-sanat kavrayışı oluşturduğumuzda yapmamız gereken öncelikle bu kavramı literatürden çıkarmaktır. Herkesin sanatla uğraşması nihai bir hedef olmalıdır. Böyle bir olanak her anlamda var.
Neyse ki kimse müziksiz yaşamıyor; bu iyi; fakat yalnızca alımlayıcı olmak yetmez. Herkes sanatın öznesi olabilmeli. Öte taraftan bu, ‘sanatçı’nın da özgürleşme sürecidir aslında. Böylelikle, kendisinin ürettiklerini yalnızca alımlayan edilgen kitle, aktif bir özneler bütününe dönüşecektir. Böylelikle ‘sanatçı’ kendisini daha ileri bir estetik üslupla, daha yetkin bir teknikle ifade edebilecektir. ‘Anlaşılmama’ problemi de ancak ve ancak böyle aşılabilir.
Şüphesiz ki, sanat bir kendini gerçekleştirmedir. Sanat yapmak bir süreçtir. Sanat yapıtı ise bunun bir sonucudur. Sanat yapıtının niteliği, yapılan sanatın niteliği hakkında bilgi vermeyebilir. Çünkü yapıt, sanat ya da icra süreçlerinin sonuçlarından yalnızca biridir. Oysa bu sürecin sonucunda dönüşmüş bir malzeme, dönüştürerek dönüşen bir insan, dönüşümü gözlemek suretiyle dönüşümün surlarına dayanan nesneler vardır.
Elbette sanat yapmak, sanatla uğraşmak, hiçbir zaman ‘kendinde devrimci’ bir fiil olmadı. Sanat bir silahtır belki ama patlayabilen bir silah değil! Keza notaları doğrulttuğumuzda iktidar teslim olmaz.
Kişinin bir edimi olarak sanat, özgürleştirmez, belki yetkinleştirir. Kendini tanıma ve başkalarıyla estetik zeminde tanışma olanağı yaratabilir.
Yani sanat, yapana-edene, bir de sınırlı olarak da alımlayana, özgür olmayışını gösterir. Kişi, çeperlendiğini görür, daha da önemlisi ‘kişi’ olduğunu görür. Sanat çeperlere kadar eşlik eder kişiye; kişiden bireye bir yolculukta.
Bir tarihsel okuma:
Sanat, ilkel ayinler içerisindeki ritüellerin içinden sıyrıldığından beri; yani büyüye içkin halinden kurtulduğundan beri, büyük ölçüde egemen sınıfların tekelinde olmuştur. Hem yapma-etme anlamında, hem de alımlama anlamında; yani kendi ‘zorunlu toplumsal emek’ini ezilenlere devlet zoruyla yaptıran egemenler, sanata daha fazla zaman ayırabiliyorlar, kendi elit sanat ortamları içerisinde kendi sınıf sanatının ve istemeden de olsa insanlık tarihinin ‘taşınabilmiş’ birikimini büyütmüş oluyorlar.
Ve…
Sanattan, hele de devrim ile ilgili olan sanattan bahsederken, genelde ‘öncü çalışma’nın niteliği ile ilgili konuşuyoruz. ‘Devrimci sanatın ilkeleri’ni ortaya koymaya çalışanları hayretle izliyoruz belki. Sanatçıya görevler icat etmenin yanı sıra, bugünün sanatsal düzeyini görmezden gelip, ‘tukaka’ ilan ederek geçmiş sanat değerlerine tutunmanın –onlarca ‘korumak’– bizi ilerletmediği de ortada. Sanat çevreleri devrimden ve devrimcilerden oldukça kopuk! Devrimci sanat diye sunulan bir sürü niteliksiz eser var.
Elbette alımlayanları ‘tetikleyen’ nitelikli sanat eserleri vardır. Bunların varlığı da yadsınamayacak bir öneme sahiptir ama bu etkileşim geçicidir. Kişinin, sanatla arasındaki aidiyet ilişkisi kurulmalıdır; yani kişinin aktif-yaratan konumuna yükselmesi. Sanat, en geniş insan istiflerinin olduğu yerlerde Maslow’un piramidine inat olmalıdır. Ezilenler, sanatla doğrudan ilişkilenmeli ve sanata doğrudan müdahale edebilmelidir. Böylelikle üretilenlerin niteliğine, içeriğine dair yaptığımız kısır tartışmaları da aşmış oluruz. Çünkü neticede sanatın sonucu hazdır, dolayısıyla eleştiriye açık bir alan olduğunu söylemek de problemlidir.
Yani…
Sanat, devrime, kişiden bireye ve kitleden örgütlü bireyler toplamına doğru işlemesi gereken sürecin bir aracı, hem de ‘kendinde amaç’ bir aracı, hem de çok güçlü bir aracı olarak katkı sunabilir. Bu soyut çerçevenin içerisinde yapacaklarımız ‘bugüne vurup yarını kurmaya’ yarayabilir.
serdaryturkmen@gmail.com
Sanatın yalnızca kendisi olduğunu savunan çürük idealist görüşü epeyce geride bıraktık. Hiçbir şey yalnızca kendisi değil; neyse ki diyalektik-materyalizm bu yolu aydınlattı. Dolayısıyla, bu referans üzerine inşa etme gayretinde olduğumuz kültür-sanatın, “kendisini çevreleyen ve kendisi tarafından çevrelenen alanlarla, kesişim kümeleriyle ilişkisi hangi düzeydedir, hangi düzeyde/biçimde olmalıdır?” gibi bir dizi soruya da cevap aramak durumundayız. Bu yazı da “Hadi arayalım” yazısı…
‘Teorik Çerçeve’ ile ilgili birkaç söz
1.Altyapı-üstyapı ilişkisinin teorisi ile ilgili indirgemeci yaklaşıma sıklıkla rastlıyoruz: “Altyapı, üstyapıyı belirler”. Gözlemlediğim kadarıyla, kültür-sanat sorunları ile ilgili çalışmalarda üstyapının altyapıya tesiri, bunun derecesi, üstyapının özgüllüğü, özerkliğinin derecesi, özgürlük mücadelesine katkı sunma olanakları gibi tartışmalara pek girilmiyor. Çünkü boğulma tehlikesi var!
2.Yine bir başka –bence– tehlikeli nokta, şu meşhur ‘yansıma’ teorisidir. “Kültür, ekonomik altyapının bir yansımasıdır” alıntısıyla temellendirilen düşünce problemlidir. Yani şu anda düzensizleştirilmiş, esnekleştirilmiş ve liberal bir kültür mü var? Hatta Marx da, yukarıdaki tespitine zıt düşebilecek ya da daha iyimser bir tavırla parantez içerisinde okunabilecek başka bir cümle daha kurmuştur: “Elbette ki pek çok sanat ürününün, o dönemdeki iktidar ilişkileriyle bağı oldukça zayıftır”. Edilgen bir ‘yansıma’ tanımlamak yerine iktidarın kültür-sanatla olan ilişkisini iyice tarif etmek gerekir.
3.‘Sanat tarihinin, sınıflar savaşımının tarihiyle eşgüdümlü olduğu’ görüşü de tarihsel örneklere bakıldığında problemli gibi duruyor. Örneğin, 11.yy.da Fransa’nın güneyindeki Provence Bölgesi’nden neredeyse bütün Avrupa’ya yayılan gezgin şarkıcılık kültürü aslında bir burjuva kültürüdür. Kilisenin, din-dışı konuların şarkılarda işlenmesini kesin olarak yasakladığı, hatta kilise dışında müzik yapmanın dahi yasak olduğu bir dönemde mazoşist bir aşkı şarkılarında işleyen bu gezgin şarkıcılar, yeni üretim ilişkilerinin müjdeleyicisidir. Ortada ne burjuva vardır, ne de burjuvazinin, feodal aristokrasiye karşı vermiş olduğu bir sınıf mücadelesi. Özet: Sanat tarihi ile sınıf savaşımı tarihi eşzamanlı yürümeyebilir.
4.Sanatı, sınıfla ve iktidarla ilişkisi bağlamında incelerken, sanatın kendi terminolojisini kullanmak gerekiyor. Gözlemlediğim kadarıyla kültür-sanat yazınlarında, politika ya da toplumlar tarihi terminolojisi kullanılıyor. Bu da sanatın özgüllüğü içerisinde ele alınmasının önüne barikat kuruyor.
Sanatın işlevi üzerine bir monolog
“Sanatçı toplumun önündedir ve ona yol gösterme zorunluluğu vardır” şeklindeki bir şiar üzerinden sanatçının ‘yapması gerekenleri’ tarif etmenin indirgemeciliğinde boğulmadan bir şeyler karalayalım.
‘Sanatçı’ nitelemesinin kendisi, problemlidir. ‘Sanatçı’, sınıflı toplumla ilgilidir. Yarın yeni bir kültür-sanat kavrayışı oluşturduğumuzda yapmamız gereken öncelikle bu kavramı literatürden çıkarmaktır. Herkesin sanatla uğraşması nihai bir hedef olmalıdır. Böyle bir olanak her anlamda var.
Neyse ki kimse müziksiz yaşamıyor; bu iyi; fakat yalnızca alımlayıcı olmak yetmez. Herkes sanatın öznesi olabilmeli. Öte taraftan bu, ‘sanatçı’nın da özgürleşme sürecidir aslında. Böylelikle, kendisinin ürettiklerini yalnızca alımlayan edilgen kitle, aktif bir özneler bütününe dönüşecektir. Böylelikle ‘sanatçı’ kendisini daha ileri bir estetik üslupla, daha yetkin bir teknikle ifade edebilecektir. ‘Anlaşılmama’ problemi de ancak ve ancak böyle aşılabilir.
Şüphesiz ki, sanat bir kendini gerçekleştirmedir. Sanat yapmak bir süreçtir. Sanat yapıtı ise bunun bir sonucudur. Sanat yapıtının niteliği, yapılan sanatın niteliği hakkında bilgi vermeyebilir. Çünkü yapıt, sanat ya da icra süreçlerinin sonuçlarından yalnızca biridir. Oysa bu sürecin sonucunda dönüşmüş bir malzeme, dönüştürerek dönüşen bir insan, dönüşümü gözlemek suretiyle dönüşümün surlarına dayanan nesneler vardır.
Elbette sanat yapmak, sanatla uğraşmak, hiçbir zaman ‘kendinde devrimci’ bir fiil olmadı. Sanat bir silahtır belki ama patlayabilen bir silah değil! Keza notaları doğrulttuğumuzda iktidar teslim olmaz.
Kişinin bir edimi olarak sanat, özgürleştirmez, belki yetkinleştirir. Kendini tanıma ve başkalarıyla estetik zeminde tanışma olanağı yaratabilir.
Yani sanat, yapana-edene, bir de sınırlı olarak da alımlayana, özgür olmayışını gösterir. Kişi, çeperlendiğini görür, daha da önemlisi ‘kişi’ olduğunu görür. Sanat çeperlere kadar eşlik eder kişiye; kişiden bireye bir yolculukta.
Bir tarihsel okuma:
Sanat, ilkel ayinler içerisindeki ritüellerin içinden sıyrıldığından beri; yani büyüye içkin halinden kurtulduğundan beri, büyük ölçüde egemen sınıfların tekelinde olmuştur. Hem yapma-etme anlamında, hem de alımlama anlamında; yani kendi ‘zorunlu toplumsal emek’ini ezilenlere devlet zoruyla yaptıran egemenler, sanata daha fazla zaman ayırabiliyorlar, kendi elit sanat ortamları içerisinde kendi sınıf sanatının ve istemeden de olsa insanlık tarihinin ‘taşınabilmiş’ birikimini büyütmüş oluyorlar.
Ve…
Sanattan, hele de devrim ile ilgili olan sanattan bahsederken, genelde ‘öncü çalışma’nın niteliği ile ilgili konuşuyoruz. ‘Devrimci sanatın ilkeleri’ni ortaya koymaya çalışanları hayretle izliyoruz belki. Sanatçıya görevler icat etmenin yanı sıra, bugünün sanatsal düzeyini görmezden gelip, ‘tukaka’ ilan ederek geçmiş sanat değerlerine tutunmanın –onlarca ‘korumak’– bizi ilerletmediği de ortada. Sanat çevreleri devrimden ve devrimcilerden oldukça kopuk! Devrimci sanat diye sunulan bir sürü niteliksiz eser var.
Elbette alımlayanları ‘tetikleyen’ nitelikli sanat eserleri vardır. Bunların varlığı da yadsınamayacak bir öneme sahiptir ama bu etkileşim geçicidir. Kişinin, sanatla arasındaki aidiyet ilişkisi kurulmalıdır; yani kişinin aktif-yaratan konumuna yükselmesi. Sanat, en geniş insan istiflerinin olduğu yerlerde Maslow’un piramidine inat olmalıdır. Ezilenler, sanatla doğrudan ilişkilenmeli ve sanata doğrudan müdahale edebilmelidir. Böylelikle üretilenlerin niteliğine, içeriğine dair yaptığımız kısır tartışmaları da aşmış oluruz. Çünkü neticede sanatın sonucu hazdır, dolayısıyla eleştiriye açık bir alan olduğunu söylemek de problemlidir.
Yani…
Sanat, devrime, kişiden bireye ve kitleden örgütlü bireyler toplamına doğru işlemesi gereken sürecin bir aracı, hem de ‘kendinde amaç’ bir aracı, hem de çok güçlü bir aracı olarak katkı sunabilir. Bu soyut çerçevenin içerisinde yapacaklarımız ‘bugüne vurup yarını kurmaya’ yarayabilir.
serdaryturkmen@gmail.com
