Bir iki savaş karşıtı söz yazması, yardım konserine çıkması mıdır müzisyenden beklediğimiz? –Berkay Özbek
fikir havuzu, müzik, yazıçeviri 10:28
Her şeyden bir sistem eleştirisi çıkarmaya odaklanmak sistemin iç yüzünü deşifre etmediği gibi eleştirilerin ağırlığını azaltarak sistemin gerçek yüzünü görmesini arzuladığımız insanlar üzerinde de istenmeyen bir etki bırakıyor. Fakat bu yanlışa düşmemek adına sistemle, onun popüler kültürü ile ya da bu kültürün yarattığı ikonlarla barışmak da gerekmiyor. Amy Winehouse’a övgüler düzmek gerekmiyor
Özellikle 60’lı yıllardan itibaren uyuşturucu popüler müziğin ve Rock’n Roll’un bir parçası olmuştur. Müzikseverler sevdikleri sanatçıların kendilerini uyuşturmalarını (özellikle bu bağımlılıktan dolayı hayatları kaybetmelerini) müzik endüstrisi özelinde şöhreti, genelde ise kapitalist toplumun dayattığı yaşamı sürmeyi bir “reddediş” olarak yorumlamışlardır. Kimi durumlarda bu tespitler gerçekle büyük oranda örtüşebilirken, kimi durumlarda da gerçekten ziyade müzikseverin gönlünden geçeni yansıtmanın ötesine geçememektedir.
Ünlü İngiliz şarkıcı Amy Winehouse’un ölümünden sonra bu tartışmalar yeniden alevlendi. Kimisi “su testisi su yolunda kırılır” dedi, kimisi Winehouse’un ölümünde kapitalizmin gençliğe reva gördüğü yaşantının somutlaşmış bir halini gördü, kimileri de hemen yeni bir mit yaratmak için kolları sıvadı. Konuyla ilgili olarak sendika.org yazarı Özcan Özen ise “ İşçi sınıfı pis içer, Winehouse'dan kapitalizm eleştirisi çıkmaz” başlıklı yazısında konuyu farklı bir bakış açısı ile ele almış. “Zorlama kapitalizm eleştirileri veya derinlikli analizlere gerek yok, ender bulunan güzellikte bir sese sahip bir sanatçı öldü” diyor Özen özetlemek gerekirse. Ben de bu konuya ve bu konuyla teması olan bazı başlıklara dair tespitlerimi ve sorularımı paylaşma gereği duydum.
Her şeyden bir sistem eleştirisi çıkarmaya odaklanmak sistemin iç yüzünü deşifre etmediği gibi eleştirilerin ağırlığını azaltarak sistemin gerçek yüzünü görmesini arzuladığımız insanlar üzerinde de istenmeyen bir etki bırakıyor. Fakat bu yanlışa düşmemek adına sistemle, onun popüler kültürü ile ya da bu kültürün yarattığı ikonlarla barışmak da gerekmiyor. Amy Winehouse’a övgüler düzmek gerekmiyor.
Kapitalizm ve alkol tüketimi
İşçi sınıfının alkol alışkanlığı ile “hayatı seks ve alkolden ibaret” gören kesimin alkol alışkanlığının ayrı ele alınması gerekir. Eleştirilmesi gereken şey basitçe alkol tüketimi değildir, bir zihniyettir. Bu zihniyet hayatı sadece hazlardan ibaret gören zihniyettir. Bu zihniyetin oluşumundaki önemli bir etken de postmodern hegemonya tarafından ekonomi ile politikanın arasındaki bağın koparılması, bilinçlerde bir sıçrama yaratabilecek toplumsal hareketlerin filizlenememesi olduğundandır ki, içinde bulunduğumuz tarihsel dönemde sadece farkında olan ve dillendiren değil, değiştirmeye çalışan sanatçılara ihtiyaç vardır.
Kapitalizmin alkol tüketimini azaltmak mı yoksa arttırmak mı istediği sorusunun cevabı hangi ölçekte baktığınıza göre değişir. Eğer şu an Türkiye’de iktidardaki İslamcı-Neoliberal düzenden bahsediyorsak evet azaltmak niyetindedir. Çünkü alkol tüketimini ve temsil ettiği yaşam tarzının toplumsal meşruiyetinin sürmesinin, emperyalizmin çıkarları doğrultusunda ülkeyi ekonomik ve kültürel olarak dönüştürmesinin önünde bir engel olarak görmektedir ve işi kökten halletmek niyetindedir. Yani Türkiye’de AKP iktidarı alkol tüketimini neoliberal dönüşümün önünde dolaylı bir engel olarak gördüğü ve bir tür kültürel hegemonya kurmak istediği için azaltmak istiyor.
Küresel bir sistem olarak kapitalizmi ele alırsak sistemin gençlerin amiyane tabir ile “dalgasına bakmasından” rahatsız olmadığı da ileri sürülebilir. Fakat bu da hangi ülkeden ve hangi iktidardan bahsettiğimize göre değişir. Yani kapitalizmin alkole karşı tekil bir tutum içerisinde olduğunu söylemek mümkün değildir. Söylenebilecek şey hangi ölçekte olursa olsun kapitalizmin gericilikle, faşizmle ve hiçbir şeye inanmayan, kendi dalgasına bakan bireyler yaratan kültürünü empoze etmesi ile gençliği uyuşturmaya çalıştığıdır.
İlla ki sanat, ama nasıl bir sanatçı?
Amy Winehouse’un güçlü bir sese sahip olduğu muhakkak. Fakat ben “gelmiş geçmiş en muhteşem seslerden biri” gibi ifadelerin, belki ölümünün de etkisiyle, abartılı olduğunu düşünüyorum. Sanatına hâkim olan yönü ile Winehouse’a sahip çıkmak önemlidir. Kimi sosyalistlerin her sanatçıdan komünist çıkarmak istemesi de sanatın özüne aykırı bir tutum. Bu tutumun sosyalist toplumu, basitçe sosyalist bireylerin toplamından oluşan bir topluluk olarak tanımlayan zihniyetle yakın ilişkisi olduğunu düşündüğümü de yeri gelmişken belirteyim. Hele ki günümüzde sanatını iyi icra eden, şöhret veya para düşlese dahi bunları kaliteli müzik yaparak elde etmeyi de amaçlayan insanlara hemen sırt çevirmemek sanatın geleceği açısından oldukça önemlidir.
Fakat bu gerçekler halkın iktidarını kurmayı hedefleyenler olarak sanatçılardan beklentilerimizi düşürmemiz gerektiği ve sadece iyi bir sese sahip olmaları ile yetinmemiz gerektiği anlamına gelmemektedir. Mesela bir sanatçının eserlerine yoksul halk tarafından ulaşılabilmesi ya da onların hayatlarından kesitler sunması sanatına hâkim olmasının yanı sıra, hatta daha önemli değil midir? Ya da kendi ideallerimize göre bir sanatçı düşlememiz bu sanatçı kalıbına uymayan bütün sanatçıları aforoz etmediğimiz durumda neden kötü bir şey olsun ki?
Bob Dylan, Pink Floyd, Aşık Veysel ve Amy Winehouse
Başlıktaki kimi isimler arasında kurulmaya çalışan paralelliğin gerçekliği olmadığını daha net bir şekilde ortaya koyabilmek adına öncelikle Art (sanat) Rock akımından ve Rock müziğin politikleşme sürecinden biraz bahsetmek gerekiyor. Bu amaçla geçtiğimiz sene Halkın Sesi’nde kaleme aldığım “Rock Tarihi” yazı dizisinin, Art Rock başlığından bir bölümü aynen aktarıyorum:
“60’lı yılların ikinci yarısında Hippi hareketinin politikleşmesine paralel olarak Bob Dylan ve Beatles ciddi, çoğu zaman politik şarkı sözleri yazmaya başlamışlardı. Bu kuşak, babaları İkinci Dünya Savaşı’nda savaşmış, kardeşleri Vietnam’da savaşmakta olan bir kuşaktı. Bob Dylan Masters of War şarkısında emperyalizmin kirli savaşlarını sert bir dille eleştiriyordu. Dylan, kariyerinin başlangıcında folk müzik yapıyordu. Daha sonra hayranları tarafından yuhalanmasına yol açacak olan ana akım müziğe yönelme sürecini yaşayacaktı. Bu Rock tarihinde bir klasiktir aslında. James Hetfield, Metallica ilk klibini çektikten sonra bir hayranlarının “Satıldınız!” diyerek yüzüne tükürdüğünü anlatır. Müzik endüstrisi bütün sert çıkışları evcilleştirmeyi bilmiştir. İstisnalar da yok değildir tabii ki.
“Rock müziğin ilk kuşağının temsilcileri yollarına devam ederken bir yandan da yeni bir kuşak müzisyen de bir devrim yapmaya hazırlanıyorlardı: Art Rock. Art Rock, rock müziğe albüm kapağından şarkı sözlerine, sahne şovlarından karmaşık enstrümantal besteler yapmaya kadar bütünlüklü bir “sanat” olarak bakan bir anlayıştı. Art Rock’ın oluşumunda önemli köşe taşlarından bir tanesi de konsept albümlerin ortaya çıkmaya başlamasıdır. İlk olarak Syd Barret’tan ilham alan David Bowie’nin Ziggy Stardust albümüyle gündeme gelen konsept albüm anlayışı, albümün bir bütün olarak kavranması ve sözlerinin bir konsept etrafında şekillenmesini içeriyordu.
“1973’e gelindiğinde artık çok sayıda Art Rock grubu vardı: Pink Floyd, Yes, Jethro Tull, King Crimson, ELP,Genesis, David Bowie, Camel bunların önde gelenleriydi. Art Rock’ın ayırt edici özelliklerinden bir tanesi de kimi zaman 20 dakikayı bulan uzun şarkılardır. Bu kadar uzun bir şarkı yapmanız ticari olarak dezavantajlıdır çünkü şarkının radyoda çalınamayacağı anlamına gelir. O yüzden ilk yıllarında Art Rock elit bir dinleyici kitlesine hitap etmiştir ki punk bu elitizme tepki olarak doğmuştur. Punk’ın sonu da eleştirisi olarak doğduğu popüler kültürün bir parçası haline gelmek olmuştur.
“Pink Floyd’un 1973 tarihli albümü ‘Darkside of The Moon’ dönemin özelliklerini en iyi yansıtan albümdür. Albüm para, ölüm, savaş, delilik, zaman gibi temel kavramları bir tür modernite eleştirisi ile harmanlayarak anlatan sözlere sahipti ve oldukça karamsar bir albümdü. Yeni bir dünya umudunun kaybolmaya başladığı bir dönemde, gençlik albümde kendini buldu. Darkside’ın bir önemi de önceliklihedefi ticari başarı olmayan, gerçekten sanat eseri niteliği taşıyan bir albümün büyük bir ticari başarı kazanmasıydı. Bu, Art Rock’ı geniş kitlelere götürdü ve diğer rock gruplarını da teşvik etti.”
Yukarıda bahsedilen nitelikler Pink Floyd ve Bob Dylan gibi isimleri çok değerli kılar fakat devrimci ilan etmeye yetmez. Bu isimler devrimci bir çıkış yapabilmişlerdir denebilir belki de. Ancak bu çıkışı sürdürmek ve ilerletip eleştirilerini sistemin kalbine yöneltmek yerine geri adım attıkları üzücü bir gerçektir.
Geçtiğimiz senelerde Bob Dylan Türkiye’ye konsere geldi. Tahmin edebileceğiniz gibi bilet fiyatları uçuktu. Ben bilet fiyatları dolayısı ile çok istediğim o konseri izleyemedim. Benim yerime o konserde muhtemelen Bob Dylan’ı dinlemeyen, sponsorlardan bedava bilet almış olduğu için o konsere giden birçok kişi de vardı. Devrimci bir sanatçının yüreği bunu kaldırmaz. Açıkçası benim yüreğim kaldırmadı ve ağırıma gitti. Bob Dylan’ı izleyemediğime mi yanayım yoksa Bob Dylan’ın bu kadar yüksek bir fiyata konser veriyor olmasına mı? Bob Dylan elbette kapitalizmin şaklabanı, oyuncağı vs. değil. Ancak bugün gelinen noktada devrimci olmadığı da ortada.
Amy Winehouse’un ise herhangi bir devrimci çıkış yaptığını söylemek mümkün değildir. Mankenden bozma şarkıcıların etrafımızı sardığı bir ortamda güzel sesi ile biraz nefes aldırmıştır müzikseverlere o kadar. Kuşkusuz bu da değerlidir ancak yukarıda sayılan isimlerle, hele ki Köy Enstitüleri’nde köyden gelen çocuklara bağlama dersleri veren Aşık Veysel ile arasında bir paralellik kurmak imkansızdır, zorlamadır. Aslına bakılacak olursa müzik tarihi açısından aralarında bu kadar zaman ve dönem farkı olan sanatçıları bir potada eriterek birtakım saptamalarda bulunmak yanlış bir yöntemdir. Yetmişli yılların Art Rock akımının öncüsü konumundaki isimlerle, Amy Winehouse’u aynı potada eritmeye çalışmak en çok da Winehouse’a haksızlıktır. Çünkü siklet farkı vardır.
Bir adet savaş karşıtı veya toplumsal gerçekçi söz yazması mıdır sanatçıdan beklediğimiz? Yoksa bir iki “yardım” konserine çıkması mı?
Bazı aydınlar müzisyenlerin bir adet savaş karşıtı söz yazmasına, bir iki yardım konserine katılmasına tav oluyorlar. Bu kadar mıdır sanatçılardan beklentimiz? Eğer bu kadar ise Elvis Presley’i In the Getto isimli parçası ile sorumluluğunu yerine getirmiş sayabiliriz. The Dance Alone’u yapan Sting, geçtiğimiz senelerde de Victoria’s Secret Show’da sahne aldı. Olsun bir şarkı yaptı ya o yeter bize.
Live 8 konserlerini ele alalım. Bob Geldof’un çabasının samimiyetine kuşku yok. O konserlere destek veren sanatçıların bir bölümünün samimiyetlerine de. Mesela Pink Floyd konserde yeniden birleşmesi nedeniyle artan albüm satışı gelirlerini organizasyona bağışladı. Fakat bir dakika oturup düşünürseniz bu konsere katılmanın o kadar da büyük bir iş olmadığını göreceksiniz. Bir kere milyarlarca kişinin izleyeceği bir konsere çıkıyorsunuz. Bundan daha iyi reklâm olabilir mi? Üstelik kitlelerin sempatisini kazanacaksınız. Söyleyeceğiniz de iki üç şarkı. Hal böyle olunca sadece Pink Floyd veya Paul McCartney değil Black Eyed Peas de konsere katıldı. Niye katılmasın ki?
Bir diğer örnek Amy Winehouse’un da sahne aldığı Nelson Mandela’nın 90. yaş günü partisi. Deyim yerindeyse sahne almayan yoktu, the Sugababes ve Bill Clinton dahi vardı o organizasyonda. Dolayısıyla o konsere fazla bir mana yüklemeye gerek yoktur. Şimdi bu konsere katılan sanatçıları da “Aferin, kafatasçı değillermiş” diyerek övelim mi?
Pink Floyd’un bateristi Nick Mason’ın yazdığı “ Inside Out: A personal history of Pink Floyd” isimli kitabın, Darkside of The Moon albümünün “çok satması” için gösterilen sadece sanatsal değil, ticari çabaları da anlatan kısımlarını herkesin okumasını tavsiye ediyorum. Müzisyenlerin, önce şöhret ve para için bin bir takla atıp ardından da şöhreti eleştiren (Metallica – King Nothing) veya sanatçının kitlesinin artması ile birlikte dinleyiciye yabancılaşmasını konu edinen (Pink Floyd – The Wall) eserler vermelerindeki samimiyet sorgulanmalıdır. Yani popüler kültürü eleştirmek, reddetmek için illa ki önce onun bir parçası hatta ikonu mu olmak gerekiyor?
Hazlar mı ilkeler mi?
Hayatı (komünist ya da değil) birtakım ilkelere göre yaşamaktansa salt haz almak amacı ile yaşayan, tek ilkesi ilkesizlik haline gelmiş zihniyetin eleştirisi hayatın bir amacının da haz almak olduğu gerçeğinin yadsınması demek değildir. Mutlu olmayı, hayattan keyif almayı da amaç edinmeyen, sadece evrensel ilkelere göre yaşayan bir insan hayalinin de insan doğasına aykırı olduğu gibi kabak tadı verecek, renksiz bir insanı öngördüğünü de düşünüyorum. Amy Winehouse güzel sesinin bize verdiği hazla bir renktir. Ama sanatçıdan beklentimiz haz vermenin çok ötesinde olmalıdır.
Aslında “Hayatın amacı nedir?” sorusuna verilebilecek yanıtın ipucu Aristo’dadır belki de: Mutlu olmak! Bu kadar mı sadece peki? Tabii ki değil. Esas mesele mutluluğu, kendisinin yanı sıra insanlığın mutluluğunda da, adil bir düzende de gören ve bunun için mücadele edebilen insanı yaratabilmektir. Toplumu ve dünyayı bu insanı yaratacak, kendisini gerçekleştirmesine olanak sağlayacak yönde değiştirmektir. Bu yüzdendir ki gençliğe değiştirme-dönüştürmeden ziyade uyum sağlama güdüsünün hâkim olduğu bu dönemde sanatçılardan her zamankinden fazla şey beklemek lazımdır.
(Sendika.Org)
Özellikle 60’lı yıllardan itibaren uyuşturucu popüler müziğin ve Rock’n Roll’un bir parçası olmuştur. Müzikseverler sevdikleri sanatçıların kendilerini uyuşturmalarını (özellikle bu bağımlılıktan dolayı hayatları kaybetmelerini) müzik endüstrisi özelinde şöhreti, genelde ise kapitalist toplumun dayattığı yaşamı sürmeyi bir “reddediş” olarak yorumlamışlardır. Kimi durumlarda bu tespitler gerçekle büyük oranda örtüşebilirken, kimi durumlarda da gerçekten ziyade müzikseverin gönlünden geçeni yansıtmanın ötesine geçememektedir.
Ünlü İngiliz şarkıcı Amy Winehouse’un ölümünden sonra bu tartışmalar yeniden alevlendi. Kimisi “su testisi su yolunda kırılır” dedi, kimisi Winehouse’un ölümünde kapitalizmin gençliğe reva gördüğü yaşantının somutlaşmış bir halini gördü, kimileri de hemen yeni bir mit yaratmak için kolları sıvadı. Konuyla ilgili olarak sendika.org yazarı Özcan Özen ise “ İşçi sınıfı pis içer, Winehouse'dan kapitalizm eleştirisi çıkmaz” başlıklı yazısında konuyu farklı bir bakış açısı ile ele almış. “Zorlama kapitalizm eleştirileri veya derinlikli analizlere gerek yok, ender bulunan güzellikte bir sese sahip bir sanatçı öldü” diyor Özen özetlemek gerekirse. Ben de bu konuya ve bu konuyla teması olan bazı başlıklara dair tespitlerimi ve sorularımı paylaşma gereği duydum.
Her şeyden bir sistem eleştirisi çıkarmaya odaklanmak sistemin iç yüzünü deşifre etmediği gibi eleştirilerin ağırlığını azaltarak sistemin gerçek yüzünü görmesini arzuladığımız insanlar üzerinde de istenmeyen bir etki bırakıyor. Fakat bu yanlışa düşmemek adına sistemle, onun popüler kültürü ile ya da bu kültürün yarattığı ikonlarla barışmak da gerekmiyor. Amy Winehouse’a övgüler düzmek gerekmiyor.
Kapitalizm ve alkol tüketimi
İşçi sınıfının alkol alışkanlığı ile “hayatı seks ve alkolden ibaret” gören kesimin alkol alışkanlığının ayrı ele alınması gerekir. Eleştirilmesi gereken şey basitçe alkol tüketimi değildir, bir zihniyettir. Bu zihniyet hayatı sadece hazlardan ibaret gören zihniyettir. Bu zihniyetin oluşumundaki önemli bir etken de postmodern hegemonya tarafından ekonomi ile politikanın arasındaki bağın koparılması, bilinçlerde bir sıçrama yaratabilecek toplumsal hareketlerin filizlenememesi olduğundandır ki, içinde bulunduğumuz tarihsel dönemde sadece farkında olan ve dillendiren değil, değiştirmeye çalışan sanatçılara ihtiyaç vardır.
Kapitalizmin alkol tüketimini azaltmak mı yoksa arttırmak mı istediği sorusunun cevabı hangi ölçekte baktığınıza göre değişir. Eğer şu an Türkiye’de iktidardaki İslamcı-Neoliberal düzenden bahsediyorsak evet azaltmak niyetindedir. Çünkü alkol tüketimini ve temsil ettiği yaşam tarzının toplumsal meşruiyetinin sürmesinin, emperyalizmin çıkarları doğrultusunda ülkeyi ekonomik ve kültürel olarak dönüştürmesinin önünde bir engel olarak görmektedir ve işi kökten halletmek niyetindedir. Yani Türkiye’de AKP iktidarı alkol tüketimini neoliberal dönüşümün önünde dolaylı bir engel olarak gördüğü ve bir tür kültürel hegemonya kurmak istediği için azaltmak istiyor.
Küresel bir sistem olarak kapitalizmi ele alırsak sistemin gençlerin amiyane tabir ile “dalgasına bakmasından” rahatsız olmadığı da ileri sürülebilir. Fakat bu da hangi ülkeden ve hangi iktidardan bahsettiğimize göre değişir. Yani kapitalizmin alkole karşı tekil bir tutum içerisinde olduğunu söylemek mümkün değildir. Söylenebilecek şey hangi ölçekte olursa olsun kapitalizmin gericilikle, faşizmle ve hiçbir şeye inanmayan, kendi dalgasına bakan bireyler yaratan kültürünü empoze etmesi ile gençliği uyuşturmaya çalıştığıdır.
İlla ki sanat, ama nasıl bir sanatçı?
Amy Winehouse’un güçlü bir sese sahip olduğu muhakkak. Fakat ben “gelmiş geçmiş en muhteşem seslerden biri” gibi ifadelerin, belki ölümünün de etkisiyle, abartılı olduğunu düşünüyorum. Sanatına hâkim olan yönü ile Winehouse’a sahip çıkmak önemlidir. Kimi sosyalistlerin her sanatçıdan komünist çıkarmak istemesi de sanatın özüne aykırı bir tutum. Bu tutumun sosyalist toplumu, basitçe sosyalist bireylerin toplamından oluşan bir topluluk olarak tanımlayan zihniyetle yakın ilişkisi olduğunu düşündüğümü de yeri gelmişken belirteyim. Hele ki günümüzde sanatını iyi icra eden, şöhret veya para düşlese dahi bunları kaliteli müzik yaparak elde etmeyi de amaçlayan insanlara hemen sırt çevirmemek sanatın geleceği açısından oldukça önemlidir.
Fakat bu gerçekler halkın iktidarını kurmayı hedefleyenler olarak sanatçılardan beklentilerimizi düşürmemiz gerektiği ve sadece iyi bir sese sahip olmaları ile yetinmemiz gerektiği anlamına gelmemektedir. Mesela bir sanatçının eserlerine yoksul halk tarafından ulaşılabilmesi ya da onların hayatlarından kesitler sunması sanatına hâkim olmasının yanı sıra, hatta daha önemli değil midir? Ya da kendi ideallerimize göre bir sanatçı düşlememiz bu sanatçı kalıbına uymayan bütün sanatçıları aforoz etmediğimiz durumda neden kötü bir şey olsun ki?
Bob Dylan, Pink Floyd, Aşık Veysel ve Amy Winehouse
Başlıktaki kimi isimler arasında kurulmaya çalışan paralelliğin gerçekliği olmadığını daha net bir şekilde ortaya koyabilmek adına öncelikle Art (sanat) Rock akımından ve Rock müziğin politikleşme sürecinden biraz bahsetmek gerekiyor. Bu amaçla geçtiğimiz sene Halkın Sesi’nde kaleme aldığım “Rock Tarihi” yazı dizisinin, Art Rock başlığından bir bölümü aynen aktarıyorum:
“60’lı yılların ikinci yarısında Hippi hareketinin politikleşmesine paralel olarak Bob Dylan ve Beatles ciddi, çoğu zaman politik şarkı sözleri yazmaya başlamışlardı. Bu kuşak, babaları İkinci Dünya Savaşı’nda savaşmış, kardeşleri Vietnam’da savaşmakta olan bir kuşaktı. Bob Dylan Masters of War şarkısında emperyalizmin kirli savaşlarını sert bir dille eleştiriyordu. Dylan, kariyerinin başlangıcında folk müzik yapıyordu. Daha sonra hayranları tarafından yuhalanmasına yol açacak olan ana akım müziğe yönelme sürecini yaşayacaktı. Bu Rock tarihinde bir klasiktir aslında. James Hetfield, Metallica ilk klibini çektikten sonra bir hayranlarının “Satıldınız!” diyerek yüzüne tükürdüğünü anlatır. Müzik endüstrisi bütün sert çıkışları evcilleştirmeyi bilmiştir. İstisnalar da yok değildir tabii ki.
“Rock müziğin ilk kuşağının temsilcileri yollarına devam ederken bir yandan da yeni bir kuşak müzisyen de bir devrim yapmaya hazırlanıyorlardı: Art Rock. Art Rock, rock müziğe albüm kapağından şarkı sözlerine, sahne şovlarından karmaşık enstrümantal besteler yapmaya kadar bütünlüklü bir “sanat” olarak bakan bir anlayıştı. Art Rock’ın oluşumunda önemli köşe taşlarından bir tanesi de konsept albümlerin ortaya çıkmaya başlamasıdır. İlk olarak Syd Barret’tan ilham alan David Bowie’nin Ziggy Stardust albümüyle gündeme gelen konsept albüm anlayışı, albümün bir bütün olarak kavranması ve sözlerinin bir konsept etrafında şekillenmesini içeriyordu.
“1973’e gelindiğinde artık çok sayıda Art Rock grubu vardı: Pink Floyd, Yes, Jethro Tull, King Crimson, ELP,Genesis, David Bowie, Camel bunların önde gelenleriydi. Art Rock’ın ayırt edici özelliklerinden bir tanesi de kimi zaman 20 dakikayı bulan uzun şarkılardır. Bu kadar uzun bir şarkı yapmanız ticari olarak dezavantajlıdır çünkü şarkının radyoda çalınamayacağı anlamına gelir. O yüzden ilk yıllarında Art Rock elit bir dinleyici kitlesine hitap etmiştir ki punk bu elitizme tepki olarak doğmuştur. Punk’ın sonu da eleştirisi olarak doğduğu popüler kültürün bir parçası haline gelmek olmuştur.
“Pink Floyd’un 1973 tarihli albümü ‘Darkside of The Moon’ dönemin özelliklerini en iyi yansıtan albümdür. Albüm para, ölüm, savaş, delilik, zaman gibi temel kavramları bir tür modernite eleştirisi ile harmanlayarak anlatan sözlere sahipti ve oldukça karamsar bir albümdü. Yeni bir dünya umudunun kaybolmaya başladığı bir dönemde, gençlik albümde kendini buldu. Darkside’ın bir önemi de önceliklihedefi ticari başarı olmayan, gerçekten sanat eseri niteliği taşıyan bir albümün büyük bir ticari başarı kazanmasıydı. Bu, Art Rock’ı geniş kitlelere götürdü ve diğer rock gruplarını da teşvik etti.”
Yukarıda bahsedilen nitelikler Pink Floyd ve Bob Dylan gibi isimleri çok değerli kılar fakat devrimci ilan etmeye yetmez. Bu isimler devrimci bir çıkış yapabilmişlerdir denebilir belki de. Ancak bu çıkışı sürdürmek ve ilerletip eleştirilerini sistemin kalbine yöneltmek yerine geri adım attıkları üzücü bir gerçektir.
Geçtiğimiz senelerde Bob Dylan Türkiye’ye konsere geldi. Tahmin edebileceğiniz gibi bilet fiyatları uçuktu. Ben bilet fiyatları dolayısı ile çok istediğim o konseri izleyemedim. Benim yerime o konserde muhtemelen Bob Dylan’ı dinlemeyen, sponsorlardan bedava bilet almış olduğu için o konsere giden birçok kişi de vardı. Devrimci bir sanatçının yüreği bunu kaldırmaz. Açıkçası benim yüreğim kaldırmadı ve ağırıma gitti. Bob Dylan’ı izleyemediğime mi yanayım yoksa Bob Dylan’ın bu kadar yüksek bir fiyata konser veriyor olmasına mı? Bob Dylan elbette kapitalizmin şaklabanı, oyuncağı vs. değil. Ancak bugün gelinen noktada devrimci olmadığı da ortada.
Amy Winehouse’un ise herhangi bir devrimci çıkış yaptığını söylemek mümkün değildir. Mankenden bozma şarkıcıların etrafımızı sardığı bir ortamda güzel sesi ile biraz nefes aldırmıştır müzikseverlere o kadar. Kuşkusuz bu da değerlidir ancak yukarıda sayılan isimlerle, hele ki Köy Enstitüleri’nde köyden gelen çocuklara bağlama dersleri veren Aşık Veysel ile arasında bir paralellik kurmak imkansızdır, zorlamadır. Aslına bakılacak olursa müzik tarihi açısından aralarında bu kadar zaman ve dönem farkı olan sanatçıları bir potada eriterek birtakım saptamalarda bulunmak yanlış bir yöntemdir. Yetmişli yılların Art Rock akımının öncüsü konumundaki isimlerle, Amy Winehouse’u aynı potada eritmeye çalışmak en çok da Winehouse’a haksızlıktır. Çünkü siklet farkı vardır.
Bir adet savaş karşıtı veya toplumsal gerçekçi söz yazması mıdır sanatçıdan beklediğimiz? Yoksa bir iki “yardım” konserine çıkması mı?
Bazı aydınlar müzisyenlerin bir adet savaş karşıtı söz yazmasına, bir iki yardım konserine katılmasına tav oluyorlar. Bu kadar mıdır sanatçılardan beklentimiz? Eğer bu kadar ise Elvis Presley’i In the Getto isimli parçası ile sorumluluğunu yerine getirmiş sayabiliriz. The Dance Alone’u yapan Sting, geçtiğimiz senelerde de Victoria’s Secret Show’da sahne aldı. Olsun bir şarkı yaptı ya o yeter bize.
Live 8 konserlerini ele alalım. Bob Geldof’un çabasının samimiyetine kuşku yok. O konserlere destek veren sanatçıların bir bölümünün samimiyetlerine de. Mesela Pink Floyd konserde yeniden birleşmesi nedeniyle artan albüm satışı gelirlerini organizasyona bağışladı. Fakat bir dakika oturup düşünürseniz bu konsere katılmanın o kadar da büyük bir iş olmadığını göreceksiniz. Bir kere milyarlarca kişinin izleyeceği bir konsere çıkıyorsunuz. Bundan daha iyi reklâm olabilir mi? Üstelik kitlelerin sempatisini kazanacaksınız. Söyleyeceğiniz de iki üç şarkı. Hal böyle olunca sadece Pink Floyd veya Paul McCartney değil Black Eyed Peas de konsere katıldı. Niye katılmasın ki?
Bir diğer örnek Amy Winehouse’un da sahne aldığı Nelson Mandela’nın 90. yaş günü partisi. Deyim yerindeyse sahne almayan yoktu, the Sugababes ve Bill Clinton dahi vardı o organizasyonda. Dolayısıyla o konsere fazla bir mana yüklemeye gerek yoktur. Şimdi bu konsere katılan sanatçıları da “Aferin, kafatasçı değillermiş” diyerek övelim mi?
Pink Floyd’un bateristi Nick Mason’ın yazdığı “ Inside Out: A personal history of Pink Floyd” isimli kitabın, Darkside of The Moon albümünün “çok satması” için gösterilen sadece sanatsal değil, ticari çabaları da anlatan kısımlarını herkesin okumasını tavsiye ediyorum. Müzisyenlerin, önce şöhret ve para için bin bir takla atıp ardından da şöhreti eleştiren (Metallica – King Nothing) veya sanatçının kitlesinin artması ile birlikte dinleyiciye yabancılaşmasını konu edinen (Pink Floyd – The Wall) eserler vermelerindeki samimiyet sorgulanmalıdır. Yani popüler kültürü eleştirmek, reddetmek için illa ki önce onun bir parçası hatta ikonu mu olmak gerekiyor?
Hazlar mı ilkeler mi?
Hayatı (komünist ya da değil) birtakım ilkelere göre yaşamaktansa salt haz almak amacı ile yaşayan, tek ilkesi ilkesizlik haline gelmiş zihniyetin eleştirisi hayatın bir amacının da haz almak olduğu gerçeğinin yadsınması demek değildir. Mutlu olmayı, hayattan keyif almayı da amaç edinmeyen, sadece evrensel ilkelere göre yaşayan bir insan hayalinin de insan doğasına aykırı olduğu gibi kabak tadı verecek, renksiz bir insanı öngördüğünü de düşünüyorum. Amy Winehouse güzel sesinin bize verdiği hazla bir renktir. Ama sanatçıdan beklentimiz haz vermenin çok ötesinde olmalıdır.
Aslında “Hayatın amacı nedir?” sorusuna verilebilecek yanıtın ipucu Aristo’dadır belki de: Mutlu olmak! Bu kadar mı sadece peki? Tabii ki değil. Esas mesele mutluluğu, kendisinin yanı sıra insanlığın mutluluğunda da, adil bir düzende de gören ve bunun için mücadele edebilen insanı yaratabilmektir. Toplumu ve dünyayı bu insanı yaratacak, kendisini gerçekleştirmesine olanak sağlayacak yönde değiştirmektir. Bu yüzdendir ki gençliğe değiştirme-dönüştürmeden ziyade uyum sağlama güdüsünün hâkim olduğu bu dönemde sanatçılardan her zamankinden fazla şey beklemek lazımdır.
(Sendika.Org)
