‘Biutiful’: Uykuları Kaçıran Bir Film ve Mülteci Yıllarım* - Adil Okay


Biutifulda kahramanın kaçak işçiler ile polis arasında rüşvet trafiğinden hayatını kazanması sırasında yaşadığı trajik olaylar, onlarca uzak doğulu işçinin tıkıldıkları evde gece sızan gazdan zehirlenip ölmeleri, patronun cesetleri mafya yardımıyla denize atması bir başka olayda da polisin göz yummak için rüşvet aldığı halde Afrikalı kaçak işçileri işportacılık yaparken yakalamaları, beni geçmiş mülteci yıllarıma götürdü.



Bir film seyrettiğinizde, beğeninizi -eleştiri hakkınızı saklı tutarak- nasıl ifade edersiniz? Örneğinİyi yapılmış bir filmdi ama, oyuncular çok iyiydi, film müziği muhteşemdi ama…” v.s. diyerek. Bunun yanı sıra hepimizinamasız beğendiği favori filmler vardır. Klasiklerden değil, son yıllarda yapılan filmlerden söz ediyorum. Bitince bir süre bizi yerimize mıhlayan, sinemadan çıktıktan sonra bile sahneleri, diyalogları kafamızın içinde dönüp duran filmler. Son yıllarda pek çok yerli, yabancı film izledim. Hatta itiraf edeyim, kaçırdığım filmleri mahalle bakkalından korsan DVD olarak alıp, izlediğim de oluyor.Örneğin Michel Leclercin 2010 Fransız yapımı son filmiDiğerlerinin İsimlerini (Le Nom Des Gens) korsanların yardımıyla orijinal diliyle seyrettim. Ayrıntıları iyi veren, tabuları tiye alan, ırkçılığa ve burjuva aile ilişkilerine karşı soru işaretleri bırakan başarılı bir filmdiDiğerlerinin İsimleri. Ama ne o, ne son bir yılda gördüğüm diğer filmler, hiç biri beni Anuş Pazarcıyanın tavsiyesi üzerine izlediğim,21 Gramın yapımcısı İnarritununyeni bir baş eserisayılabilecek 2010 Meksika- İspanya ortak yapımıBiutifulkadar etkilemedi. Bu filmiamasız beğendim. Son bir yılda izlediğim en iyi film olarak da seçtim.
 
İnarritu yeni filminde Uxbali odak alan bir öykü çerçevesinde, sınıflara ayrılmış bir toplumdaen alttakilereçeviriyor kamerasını. Onların zenginlik içindeki yoksullukta hayata nasıl tutunmaya çalıştıklarını, onlar için hayatla - ölüm arasındaki çizginin ne kadar ince olduğunu anlatıyor.i
Biutufulda, sade bir İspanyol vatandaşı olan Uxbalin küçük üçkâğıtçılıklarla hayatını kazanması anlatılırken, olaylar bizi görmek istemediğimiz gerçeklerin içine sokuyor. Avrupanın bir diğer deyişle kapitalizmin kan emici yüzünü doğallık içinde görüyoruz. Hiçbir abartmaya kaçmadan. Binlerce sayfa bilimsel analizin, araştırma yazısının yapamadığını hiç sıkmadan (film iki saatten fazla sürüyor) bazen çok açık, bazen çağrışımlarla, küçük büyük olaylar zinciriyle kalbimize ve beynimize nüfuz ettiriyor. Yoksulluk, sosyal güvencesizlik, ırkçılık, göçmen işçilerlekâğıtsızmültecilerin insanlık dışı koşullarda çalıştırılması, yiten değerler... İnarittu, klasik politik sinemada olduğu gibi tek bir şok mesajla filmi bitirmiyor. Brezilyalı Rocha ile Yılmaz Güneyin politik sinemada yaptığını yapıyor. Film boyunca izleyicinin beynine -Ulus Bakerin ifadesiyle- milyonlarca şok zikrediyor. Ya da bana öyle geldi. Örneğin filmin kahramanı yolda yürürken önünden bir politikacının fotoğrafıyla süslenmiş bir taksi geçiyor. Bu bana hemen 12 Haziran seçimleri öncesi yaşadığım gürültü ve görüntü kirliliğini ve burjuva politikacıların yalan vaatlerini anımsatıyor. Bir başka sahnede devasa iki fabrika bacası görülüyor. Aklıma hemen bu yaz ziyaret ettiğim Gökova körfezindeo cennet mekânı çirkinleştiren- HES bacaları ve tüten dumanlar ile Kütahyada bir avuç altın uğruna siyanürle zehirlenen işçiler düşüyor. Ama en trajik olanı; hemen hepsinin hayat romanı birbirine benzeyen, farklı zaman ve mekanlarda yollarımın kesiştiği kaçak işçilerin dramı.

Biutiful beni mülteci yıllarıma götürdü
12 Eylül faşist darbesinden sonra başlayan mültecilik yıllarımda hemen her milletten yüzlerce kaçak işçi tanıdım. Uzun zaman Türkiyeli politik mültecilerin ücretsiz tercümanlığını yaptım. Tabi aradapolitikolduğunu söyleyen ekonomik mültecilerin de sorunlarıyla ilgilendim. Öyle ki ziyaret ettiğim konfeksiyon atölyelerinde hemen bana doldurmam için bir dosya uzatılır ya da Fransızca dilekçe yazdırırlardı. Günün birinde bir arkadaşımın atölyesinde, Çinli bir kadın için yabancılar polisine mektup yazmıştım. Yaptığım karşılığı para almayışıma şaşıran o yoksul kadın bana Çinden gelen, kurutulup vakumlanmış bir tavuk kemiği hediye etmişti de şaşırma sırası bana gelmişti. Yine Pariste kaçak çalışan uzak doğulu göçmen emekçilerin evlerini ziyaret etmiş, Çin mafyasının getirip daracık evlere hapsettiği ve yol parası v.s. borçlarını ödemeleri için yıllarca günde 15 saat karın tokluğuna çalıştırdıkları işçilerle tanışmıştım. Koşulları, Türkiyeli kaçak işçilere göre çok daha kötüydü. Süreç içinde bu trajik gerçeklere şaşırmamayı, Avrupanın tüm ülkelerinde kaçak işçilerin istismarının yaşandığını öğrendim. Onların oturum ve çalışma kartı alabilmeleri için düzenlenen kampanyalara, eylemlere katıldım. Sabahın beşinde yabancılar polisi önünde ücretsiz tercümanlık yapmak için sıralara girdiğim, Irkçı ya da işgüzar memurların zorluk çıkarması üzerine kavga edip polis zoruyla dışarı atıldığım günlerim oldu. Parisin banliyösü Bobigny valiliği önünde,başvuruformu alabilmek için geceden yatak döşek alıp, çoluk çocuk kuyruğa girenleri görüp üzüldüm. Velhasıl hayatımın bir döneminde bu tür gözlemlerim çok fazla oldu. Biriktirdiğim iyi - kötü anılar, şiir ve öykülerime de yansıdı. O yıllardan kazancım, anı biriktirmenin yanı sıra, terk ettiğim Parise yılda bir kez gittiğimde, yolda karşılaştığım, bir zamanlar ücretsiz tercümanlıklarını yaptığım o işçilerin bana ikram ettikleri expresso oldu.


İşte,Biutifulda kahramanın kaçak işçiler ile polis arasında rüşvet trafiğinden hayatını kazanması sırasında yaşadığı trajik olaylar, onlarca uzak doğulu işçinin tıkıldıkları evde gece sızan gazdan zehirlenip ölmeleri, patronun cesetleri mafya yardımıyla denize atması, bir başka olayda da -polisin göz yummak için rüşvet aldığı halde- Afrikalı kaçakları işportacılık yaparken yakalayıp sınır dışı etmesi, v.d. beni geçmiş mülteci yıllarıma götürdü.
Belki de bu duygular yumağında, İnarittunun son filmi beni fazlasıyla etkiledi.

İnsanlık ayıbının karaya vurduğu an
Hatırlarsanız Aralık 2007de, Avrupa'ya gitmek isteyen Filistin, Somali ve Irak uyruklu olduğu belirlenen 85 mülteciyi taşıyan tekne, İzmir'in Seferihisar ilçesi yakınlarında batmış ve 53 ceset karaya vurmuştu. Toplam 85 mültecinin umut yolculuğu, Seferihisar açıklarında facia ile sona ermiş, bu olay üzerine ben deİnsanlık Ayıbı Karaya Vurduii başlıklı bir makale yazmıştım. Bu mültecilerin yaşadığı ne ilk trajediydi ne de son oldu. Yine mevsimlik işçileri taşıyan bir yük kamyonunun Tarsus hemzemin geçitte trenle çarpışması sonucu onlarca işçi ölmüş ve o zaman insanlar, önlerinden hemen her gün geçen bu gerçekle yüzleşmişlerdi. Bu katliam üzerine deDevlet Kazası ve Katil kimiii başlıklı bir yazı yazmıştım. Bu trajediler dünyanın her yerinde ve yıllardır sürüyor. Seferihisar veya Tarsus ilk değildi, ne yazık ki son da olmadı. (Okuduğunuz bu yazıyı kaleme aldığım sırada ajanslara yine benzer haberler geçiyordu.) Bu konuda insan hakları örgütleri yıllardır raporlar yayınlıyor, dünyayı ve dünyayı yönetenleri duyarlı olmaya çağırıyor. Biz ise ancak yanı başımızda cesetleri görünce uyanıp,ne oluyordiye soruyoruz. Bir yanlış anlaşılmaya meydan vermemek için altını çizmek gerek ki: Ortalama bir Avrupalı da bu trajediler karşısında bizden çok daha duyarlı değil. Avrupa ülkeleri de insan hakları, özellikle zenginliklerinin bir kaynağı olanötekilerinhakları konusunda çok temiz değil. İnarittuda bunu anlatıyor zaten.

Norveç’te katliam ve Avrupa’da ırkçılığın yükselişi
En son Norveçte Breivik adlı bir ırkçı - faşistin yaptığı katliam da aslında aynı konu kapsamında değerlendirilebilecek trajik bir sonuçtur. Avrupanın postmodernçokkültürcülükpolitikasının (çokkültürlülük değil) iflasının, sermaye birliği olan ABye üye ülkelerdeki baharın kışa dönüşmesinin, neoliberalizmin derinleştirdiği eşitsizliğin, işsizliğin, aşsızlığın ve bunun müsebbibi olarakötekilerinişaret edilmesinin yarattığı nefretin sonucu. O katledilen gençler için ağıt yakan, ırkçılığı protesto eden yüz binler ne yazık ki bu dünyada politikayı belirlemiyor. O yüz binler, on yıllar boyunca susup oturmanın ne sonuçlar vereceğinin sorgulamasını henüz yapmıyor. Hükümetlerinin on yıllardır sermayeyeucuz işgücükazandırmak amacıyla göçmenleri davet ettiğinin, kaçak-kayıtsız çalışan işçilere göz yumduğunun farkında değil. Hrant Dink katledildiğinde de,hepimiz Hrantızdiye yüz binlerce namuslu insan sokaklara dökülmüştü. Ancak Türkiyede de politikayı belirleyen o yüz binler değil, Hrantın katiliyle Türk bayrağı önünde poz veren güvenlik güçlerinin Türk- İslam sentezcisi ağa babalarıdır. Sivas katliamı katillerinin avukatlığını yapan yeniOsmanlı akıl hocalarıdır. Türkiyede Hrantın katline davetiye çıkaranbol maaşlı gazetecilerinde, Sivasta 35 aydını yakan şeriatçıların da, mevsimlik Kürt işçilerini Karadenizde linç etmeye kalkışan ırkçı faşistlerin de ruh hali ve argümanları, Norveç kasabı Brejvikten çok farklı değildir. Kapitalizmin yarattığı ekolojik ve sosyal sorunlar derinleşip, umutsuzluk ve çaresizlik yeşerince, bundan nemalanan gerici güçlerin hedefi de göçmen emekçiler ve tümötekilerolacaktır.
 

İşte Biutifuldaanlatılan hayatlar, hemen hiçbir şansı ve geleceği olamayaninsanların hayatları. Seferihisarda cesetleri kıyıya vuran mülteciler gibi, kamyonlarla işe götürülüp getirilen, sosyal güvencesiz çalıştırılan mevsimlik işçiler gibi, kış sabahları amele pazarında donmuş vaziyette bekleşen işçiler gibi, oğluna dershane parası bulamadığı için intihar eden anne gibiVe bu hayatlar sadece İspanyada ya da Türkiyede değil, şu veya bu farkla tüm kapitalist dünyada yaşanıyor.
 

Gözlemlerimden birkaç örnek daha vereyim: Atinada sabah erken saatlerde amele pazarına giderseniz moralsiz, üstleri başları perişan bekleyen Türk işçilerini görebilirsiniz. Aynı manzarayı farklı biçimlerde Pariste, Londrada, Amsterdamda da görmeniz olası. Son yıllarda Türklerin, Kürtlerin yanı sıra Balkan ülkelerinden gelen işçiler de oamele pazarlarındagörülmeye başladılar. Keza kaçak çalışan fahişelerin de kimlikleri değişti. Örneğin en son Paris ziyaretimde, 10. bölgedemüşteri bekleyenAfrikalı kadınların yanı sıra, Balkanlardan gelen genç kızların çoğaldığını, 13. Ve 20. bölgede ise uzak doğulu seks kölelerinin mafya ve Fransız polisinin işbirliğiyle köşe başlarına yerleştirildiğini gördüm. Ama beni en çok sarsan manzara, Hollandada cadde üzerindeki vitrinlerde yarı çıplak yatan fahişelerin, gelene geçene gülümseyip müşteri çağırmalarıydı. İşte İnarittunun Biutifulu, bende bu anıları canlandırdı.


Küreselleşmenin bu çirkin yüzüne,Postmodern yaşamın renkleridiyerekhoş görüyleyaklaşmamız mümkün mü?

Çaresizlik içinde dayanışma’
Güney dergisinin son sayısındaki yazısıyla beni bu filmi izlemeye teşvik eden Anuş Pazarcıyan,Yine de umutsuz bir film değil Biutiful.diyor. Pazarcıyana teşekkür edip ondan bir alıntıyla sonlandırıyorum yazımı. Ve hepinizi bu hüzünlü görsel şölene,Biutifulu izlemeye davet ediyorum:
 

O çaresizlik içinde bile insanlığın, insani dayanışmanın mümkün olduğunu görüyoruz. Uxbal, yakalanıp Afrikaya geri gönderilen kaçak işçinin gebe eşine ve çocuklarına açıyor daracık evini, paylaşıyor. Ve o Afrikalı kadın emekçi, anne sevgisini paylaştırıyor Uxbalın çocuklarına. Yoksulun paylaşacakları şeyler de var: İnsanlıkları, dayanışmaları, sevgileri. ()Bir çağrı bu film: Büyük insanlığın gerçekliğine gözlerini kapamamaya bir çağrı. O Avrupanın cicili bicili, koca AVMli koca şehirlerinin (burada Barselona) koca turistik meydanlarında alış verişe çıkan, kapuçinolarını, lattelerini, kokteyllerini yudumlayan insanlara, yanı başlarında seyyar satıcılık yapan, belki gelip dilenen insanların, insan olduğunu hatırlatan, onların durumunu anlamaya çalışmaları çağrısı yapan, çığlığını atan bir film.

i*Güney Kültür Sanat Dergisi. Ekim- Kasım-Aralık 2011. S.58
Anuş Pazarcıyan, Sinema Notları, Güney Kültür Sanat Edebiyat Dergisi, no: 57, Temmuz- Ağustos- Eylül 2011.
ii http://www.guneydergisi.com/images/stories/g43dosyalar/insanlik_ayibi.pdf


Biutiful. Meksika/ İspanya 2010 
Yönetmen: Alejandro Gonzales İnarittu
Senaryo: Alejandro Gonzales İnaritu ve Nikolas Giacobone
Oyuncular: Javier bardem, Maricel Alvares, Hanaa Bouchaib, Estrella, Eduard Fernandez, Cheikh Ndiaye

Posted by Halksanat on 01:47. Filed under , , , . You can follow any responses to this entry through the RSS 2.0

0 yorum for ‘Biutiful’: Uykuları Kaçıran Bir Film ve Mülteci Yıllarım* - Adil Okay

Görüş belirtebilirsiniz

İletişim...

Her türlü eleştiri, görüş ve katkınızı admin@halksanat.orgadresine ya da iletişim formunu kullanarak iletebilirsiniz.

Yazarlar

dımtıs

Büyüteç

Loading...

2011 Halksanat --Copyleft