ACININ VE GÜZELİN İSTİFÇİSİ: ÖZCAN ALPER - Barış Yıdırım
barış-yıldırım, film, gelecek-uzun-sürer, haber, manşet, sinema, sonbahar, yazıçeviri 03:18
Mesele'nin Kasım 2011 sayısında yayınlanmış olan ve Barış Yıldırım'ın Özcan Alper'in Gelecek Uzun Sürer filmi üstünden Alper'in sinema anlayışına dair analizini yayınlıyoruz...
Bu dünya berbat bir yer. Çekmediğimiz acı yok. Hele de dünya daha güzel bir yer olsun diye elimize çiçek değil de silah veya pankart aldığımız zaman. Çok uzun zaman önce keşfettik, çiçeklerin güzelliğinin de zincirlerimizi ve ürün ambalajlarını süslemek için satın alınabileceğini. Biz çiçeklerle donatılmış zincirlerimizi sürükleyip bahar kokulu deterjanlar almak için süpermarket kasaları önünde sıraya girerken ekmeğimizi, yarınımızı ve bizi her köşe başında kurşunluyor, her duvarın ardına hapsediyor, her mutluluğun yakasından koparıyorlar.
Kant’ın zihnini “her zaman yeni ve giderek artan bir takdir ve korkuyla” dolduran başımızın üstündeki “yıldızlı gökler” ve içimizdeki “ahlâk yasası” sonsuz bir güzelliğin altında sonsuz bir acı çeken insana, hayır halka, yani insanların çoğuna tekabül eder olmuştur. Felsefeciler dünyayı yorumlayadursunlar, değişmeyen dünya, insanı makinelerin en ruhsuzuna, kölelerin en sefiline dönüştürüp durur.
Özcan Alper sineması işte bu ruhu, çağın bu lanetli ruhunu çok iyi yakalamıştır. Bu dünyanın acıdan ve güzelden oluştuğunun farkındadır. Herhalde bu yüzden, her iki filmi de hem acıyla hem güzellikle yüklüdür. Genel sanat eseri düzleminden bakacak olursak, bu filmlerde güzellik biçim, acı içerik yanına düşer. Sinema düzlemine geçtiğimizdeyse güzellik, en çok görüntüde/fotoğrafta; acı ise karakterlerin öykülerini yaşadığı toplumsal bağlamda dışa vurur.
Sonbahar’da Karadeniz’in doğal, Gürcü fahişe Elka’nın kadın güzelliğinin arka planı üstüne düşen yoldaşlarını yitirmiş, ideali gölgelenmiş, ölüme hazırlanmış devrimcinin acıları, belki kendini gül dikeniyle bıçaklayan bülbülünkiyle karşılaştırılabilirdi. Toronto Festivali’nde dünya, Adana Altın Koza’da Türkiye prömiyerini yapan Gelecek Uzun Sürer ise Karadeniz’i Kürdistan’la, Gürcü kızı Elka’yı Hemşin kızı Sumru’yla, tutsak devrimciyi yakınları katledilmiş insanlarla değiştirerek aynı acı-güzellik paradigmasını yeniden üretiyor.
Samimiyetini bir parça daha yitirerek.
İstifçi, koleksiyoncu, yapıcı...Sanatçının malzemesine karşı tutumu, onun sanatsal varoluşunu ortaya çıkaran şeydir. Alper’in filmlerinin ikili tözünün acı ve güzellik olduğunu söyledik, ama o bu malzemeyi esere dönüştürürken nasıl davranır?
Tıpkı nesnelerle olan genel ilişkimizde olduğu gibi, sanatsal malzemeye de kabaca üç şekilde yaklaşmak mümkün: yapıcı, koleksiyoncu ve istifçi olarak. Kimi nesneleri, yeni ve daha üst bir nesne (ürün) yaratarak dünyayı değiştirmek üzere kullanır. Demiri, betonu, tuğlayı ve ahşabı binalara dönüştüren yapıcı buna örnektir. Koleksiyoncuysa nesneleri güzellikleri aşkına toplar, onlardan yeni bir şey yapacaksa, bu en fazla bir müze sergisidir. Kendi emeğinin ürünlerine ve dünyaya yabancılaşmanın ilk aşamasıdır koleksiyonculuk. Güdüsü sahip olmak ve sahip olduklarını sergilemektir. İstifçide bu yabancılaşma patolojik bir hal alır. Artık sahip olmak tek amaç olmuştur. Koleksiyoncu hem kendisi hem başkası için toplar, istifçi ise neredeyse sadece kendisi için.
Gelecek Uzun Sürer’in başkahramanı da bir tür istifçidir: üç yıl önce gerillaya giden sevgilisinden bir daha haber alamamış bir kız olan Sumru (Gaye Gürsel). İlk sahnelerden biri olan tren sahnesinde arkadaşlarının söylediği ‘Venceremos’ marşı ve saç ve giyinişindeki sadelikle (aseksüellik?) filmin geri kalanındaki “belladona” imgesi arasındaki karşıtlığı düşünürsek, muhtemelen o da bir süre devrimci mücadelenin çeperinde yer almış biridir. Sonra, kendisi de ağıt yakacak bir kayba sahip biri olarak, kayıt makinesini almış, diyar diyar dolaşarak ağıtlar toplamaya girişmiştir. Ancak düpedüz tabancaya benzeyen (ve Âmed sokaklarında pek tuhaf duran) ses kayıt cihazıyla neyi kaydettiği pek belli değildir. Sokak gürültüleri, düğün sesleri, uzaktaki bir dengbêj, faili meçhul yakınlarının anlatımları... Yönetmeni gibi onun asıl saikı da belli ki biriktirmektir.
Sumru’nun ve yönetmenin biriktirdikleri giderek bir acılar istifine dönüşür. Belgesel üslubuyla çekilmiş, dakikalarca ve sahnelerce süren, ama ana olay kurgusuna nadiren hizmet ettiği için “yapıştırma” duran katliam tanıklıkları; Sumru’nun yitirdiği sevgilisine özlemi; onunla yolları kesişen Diyarbakırlı Ahmet’in katledilmiş babasının anısı; 1915 Ermeni katliamı; Hemşinlilerin ve Diyarbakır Hıristiyanlarının kültürel sorunları vb. bir araya gelerek bu neredeyse şekilsiz yığını oluşturur.
İşlemeyen formülTüm bunların ışığında Özcan Alper’in sinema yaparken yaslandığı formülü şöyle ifade edebiliriz: Acılar X Güzellikler (güzel doğa ve kent fotoğrafları + güzel kadın + güzel müzik).
İyi de bunda sorun ne? İnsan acıları sanata fazlasıyla layık bir konu. Ve sanatın amacı güzellik değilse ne?
Sorun şuradaki iki düzeyde: Biçimsel düzeyde dramatik yapıda. İçerik düzeyinde politik yönsemede. Sondan başlayalım...
Dramatik yapıyı oluşturan temel mekanizma olan öykü-karakter diyalektiği Alper’in hep en temel biçimsel sorunu oldu. Sonbahar’da olduğu gibi Gelecek Uzun Sürer’de de kişiler dramatik teori bakımından üç boyutlu, alımlayıcı açısından sahici karakterler olarak ortaya çıkmıyor. Kişileştirmedeki yüzeyselliğin ortaya çıkardığı boşluk, uzun uzun susuşlar, derin derin bakışlarla doldurulmaya çalışılıyor. Ama “İyi de bunlar kim?” sorusunu sorduğumuz anda susuşların söylenecek şeylerin çokluğundan değil azlığından kaynaklanıyor olabileceğine, insanların “derin derin” değil de “boş boş” bakıyor olabileceklerine dair kuşkular uyanmaya başlıyor.
İkidir siyasi alanda kamera oynatan Alper’in siyasi duruşu da eleştiri merceğinin altına alınmak durumunda. Bu konuda açıkça söyleyebileceğimiz şey, Alper devrimcileri ve devrimci mücadelenin ortaya çıkardığı acıları ele aldığı halde, siyaseten devrimci değil apolitik ve giderek de liberal bir yerde duruyor. Bahsettiğim şey, yönetmenin kişisel siyasi duruşu değil, filmlerinde ele aldığı sosyal/siyasal konulara ve kişilere yaklaşımı.
Sonbahar’da bu apolitiklik, sosyalizmin yıkılışına, ölüm orucu direnişine getirdiği yorumların yanı sıra başkarakterinin kendi geçmiş mücadelesine karşı kayıtsız tutumunda görülüyordu. Gelecek Uzun Sürer’de ise apolitiklik sık sık liberalizme teğet geçiyor (devrimci çizginin yeterince güçlü olmadığı yerde kurulu düzene dokunmayan haklar söylemine abdurrahmançelebi denir, malum.) Böylece karakterlerin bir gece yarısı uykuları kaçınca birbirlerine anlattıkları gelecek ütopyası, bolca dilin konuşulduğu, bol bol gezilen, bol bol kitap okunan bir yer olarak (laf arasına sıkıştırılmış kısaltılmış iş günü hayalini saymazsak) herhangi bir Avrupa ülkesinden başka bir yer değil aslında.
Kimse sosyalist olmak zorunda değil. Ama bu ülkenin Kürt, Türk ve diğer milliyetlerden sosyalistlerinin, yurtseverlerinin 1990’lardan bu yana yükselttikleri mücadeleye karşı azgınlaşan faşist terörün ortaya çıkardığı sonuçları kendine başat malzeme yapan bir sanatçının sosyalist eleştiriden azade olmasını istemek -en hafifinden- yersiz olur.
Eleştiri ne işe yarar?Özcan Alper’in ilk filmi neredeyse istisnasız olarak aynı zaafları taşıyordu: Zayıf öykü, yüzeysel karakterler, bu ikisinin ortaya çıkardığı boşluğun doğa fotoğrafları, kadın güzelliği ve müzikle doldurulma çabası, politik malzemeye apolitik bakış vd.
Tüm bu sorunların ikinci filmde azalmak yerine akutlaşmasının sorumlularından biri, kanımca, eleştiri kurumunun görevini yapmaması. Daha önce bir yerlerde yazdığım üzere, “O kadar az anlatılıyor ki öykülerimiz, kim ve nasıl anlatırsa anlatsın, gereğinden cömert bir hoşgörü göstermeye hazırız.”2
Eleştiri, sıklıkla ve tuhaf bir biçimde kötü niyet, çekememezlik vs. gibi şeylerle ilişkilendirildiği ve “Herkes beğendi, bir sen beğenmiyorsun”, “Beğenmiyorsan daha iyisini yap,” diye özetlenebilecek çocukça tepkilerle karşılandığı için eleştiri kurumuna ilişkin bazı basit ve temel doğruları tekrarlamak gerekiyor. (Elbette samimi bir eleştiriden bahsediyoruz, yoksa her işte olduğu gibi eleştiri işinde de kötü niyetliler, hasetler vardır).
Çünkü Özcan Alper de, son tahlilde halktan yana duran bütün sanatçılar da önemlidir ve değerlidir. Zaten halktan yana sanatçıların çoğu halk sınıflarından geldikleri için, yeterince eğitimli, yeterince varlıklı olmadıkları, yeterince serbest zamanları olmadığı için, ortalamaya vurduğumuz zaman, burjuva sanatçılarından daha başarısız olacaklar ve bu daha uzun süre böyle devam edecek.
Bu gerçek çok sık unutulur ama aslında eleştiri, bir sevme biçimidir...
Dipnotlar:
1) Bu yazıdaki eleştiriler oldukları gibi alınırsa, zaten çoğunlukla “haksız”dır. Özcan Alper gerek politik gerek estetik açıdan takdiri hak eden biri. Ancak bu yazı takdirden çok tenkit barındırıyor, çünkü kıstası ‘görece iyi sanat’ değil ‘iyi sanat.’ Son bölümde tartışacağım üzere eleştirinin görevi ikincisi olduğu için de bu yazı Alper sinemasında kemikleşmiş olumsuz eğilimleri bir çizgi olarak tartışıyor.
2) ‘(12) Eylül Kokan bir Sonbahar’, Radikal, http://goo.gl/foznM . İki yıl önce yazılmış bu yazı da Alper sinemasında artık çizgi haline gelmiş neredeyse aynı sorunları ele alıyordu.
3) Konu dışı bir tartışmaya neden olmamak için hemen söyleyeyim, burada “doğru” ve “yanlış” sözcüklerini şematik kullanıyorum, muradımın anlaşılması için.
