Anti-sinemist sinefil yazısı!.. - Ali Mert
sinema, yazıçeviri 23:00
“Sinema çağına düşmüş, vakit sorunu yaşayan bir entelektüelin kendiliğinden görüntülenmesi” (*) diye de atabilirdik başlığı. Uzun olurdu!
Başlığımızın yahut karmaşık kavramımızın oksimoron olması önemli oysa; bu med cezirli, çatışkılı, bir öyle bir böyle, endek döndek, kimilerimizin ancak annemizle paylaşabileceği yamanlıkta çelişkilerle dolu ruh halini nasıl anlatacağız başka?
Sinema çağındayız hoca! Hem gözümüzü dikeriz, hem burun kıvırır, dudak bükeriz (kulakları karıştırmayın bu işlere, onlar başka bir dünyada).
Neticede izleriz de izleriz, eleştiririz de eleştiririz, bazen “amma da müthiş” diyen sinema müdavimleri, bazen “amma da boş iş ha” diyen sinema düşmanları, anti-sinemist sinefilleriz! (Şu ifadeyi Türkçeleştirip ve de basitleştirip “sinema karşıtı sinema tutkunu” desek, tutarsızlığımız hepten ortaya çıkacak, o yüzden böyle “sofistike” ve de “altyazısız” takılıveririz.)
İzleriz, baktık olmadı, kasmayız, “Altı üstü iki saat kaybettik, boktan bir filmdi” deriz geçeriz. İzleriz, baktık olmuş, coşarız, iki, üç gün etkisinden çıkamayız, yazarız çizeriz, “Ne muhteşem bir filmdi” deriz.
Sinema çağındayız hoca, burası kesin ha! Sanatın bugünlerde, müzikle birlikte popüler olabilen tek ayağı olduğu da kesin. Lakin, edebiyat ve bilhassa roman çağında (tiyatro ve opera değil - maalesef o kadar değil!) saplanıp kaldığımız için, bir türlü tam alışamamaktayız bu duruma. “Görsel zenginlikler ve de kurgusal atraksiyonlar katılmış konsantre öykü anlatma sanatı”yla bir uzağız, bir yakınız.
İşin “yüksek sanat” bacağı, büyük yönetmenleri/auter’leri ayrı, “popüler sanat” bacağı, arada derede kalmış yönetmenleri ayrı olsa da, ilkini muaf sanmayın sakın ha, her ikisi de yaşatabiliyor “anti-sinemist sinefil” hissini sonuçta.
Özellikle kameranın yerini almaya başlayan bir bakış, teknik ayrıntılara dalış, kafayı senaryoya ve kurguya takış ve popüler konularda sınırsız kalem oynatış başladıkça...
Neler, neler var değil mi; Trier kamerayı kadının bedenine sıfır noktasına kadar yaklaştırırken cinsellik ve şiddete dair algımızı öyle bir dönüştürdü ki Angelopoulos’un kamerayı üç yüz altmış derece yavaş yavaş kaydırırken gerçek zaman ile film zamanını kavrayışımızla ilgili verili olanı parçalayan epik bir yorum geliştirmesini yahut Godard’ın kesintili anlatım tarzıyla yarattığı yeni farkındalığı, suratımıza çarptığı çıplaklığı vb. vb. idrak edemedik bile!
“Bunu daha önce yapan olmamıştı”, “Şu da yapıldı sonunda”, “ Onu daha önce falanca yaptı” değil mesele, ne anlattığı ile nasıl anlattığı ve ikisi arasındaki uyarlılık/bütünlük elbette... Ancak, denenmemiş anlatım tarzı, teknik ve yenilik beklentisiyle de beslenen “sinefili” öyle bir noktaya geldi ki, denemeler dünyasında bir yandan bütünlük kaybolurken, diğer yanda “boş iş la bunlar” denebilecek anti-sinemist bir “duyarlılık” da gelişti...
Kışkırtıcı olsun: Alın Claire Denis’i, vurun Alexander Sokurov’a. “Daha ilerisi/daha ötesi yok” denmesi için film çekilmesi, “sanat sineması” içindeki kapışmayı tetiklemiyor sadece, onu “aksiyon sineması”na da yakınlaştırıyor bir bakıma. Daha da kışkırtıcı olsun o halde: Alın Alexander Sokurov’un “Rus Hazine Sandığı”nı, vurun Christopher Nolan’ın “Başlangıç”ına.
İlki evladiyelik, ikincisi Oscarlık! İlkinde tek bir çekimle, evet, sadece tek bir çekimle Hermitage müzesinin odalarını gezip Rus tarihine ve dünya sanatına bakıyoruz, ikincisinde bin bir, hatta bir milyon bir çekimle “post-matrix” dünyasına dalıp, rüyalara düşünce yerleştirebildiğimiz, efendime söyleyeyim, üç katmanlı rüyalarda totemlerimiz sayesinde gerçekliği sınayabildiğimiz vb. vb. abuk sabuk manasız bir geleceğe uzanıyoruz! Tek çekimde de, bin bir çekimde de, nedense anlatılandan ziyade, anlatım tekniğine takılıyoruz. Bunlardan daha “ileride” neler yapılacak, neler yapılabilecek acaba, işte onları bekliyoruz...
Yok, “Christopher Nolan ve sürekli koşturmaca yalan, kriter olmaz ondan” diyorsanız, illa Oscarlık olacaksa, Kara Kuğu ve Zoraki Kral var, onlara da bakıyoruz.
İlki iyi. Lakin, kusursuz tekniğin, beyaz ve masum güzelliğin karşısına insanı kendinden geçiren ölümcül tutkuyu ve siyah dantelleri koyan öykü tamam da, gözünü kamera yerine koyunca bütün o iç daraltıcı gerilimler falan acayip sahte be hoca!
İkincisi de iyi. Lakin, bu defa daha gerçek bir öykü, daha gerçek karakterler ve daha gerçekçi bir anlatım zorlansa da, üzerinde güneşler batasıca Britanya daha beter, daha rezil, daha kekeme olsun yahu, bize ne bu anlatılanlardan be hoca!
Ne anlatmış ve nasıl anlatmış ve de ikisi arasındaki uyarlık/bütünlük demiştik değil mi; işte, eleştiri güme gitti bu ucuz görüntü dünyasında! Sizin anlayacağınız, ne kadar hayranlıkla izlerseniz izleyin, anti-sinemizm için çok geniş bir zemin var bu dünyada.
Oysa, sade/yalın/duru bir öykü anlatan, gösterirken gerçeği “gösteriş”e kaçmayan, oluştururken kurmacayı/kurguyu/fantaziyi bugün içinde bulunduğumuz durumu sorgulatan, elmayı göstermeden elmanın tadını bırakan, karanlığın ortasında aydınlatan be gülüm aydınlatan... filmler gördüğümüzde, çıkmaz da o zemin ortaya, kabarmaz da anti-sinemist duygularımız asla. Ama o kadar az görüyoruz ki o filmlerden, şu fani dünyada!
Yani, teşneyiz hepten sinefil olmaya, çelişkilerimizi aşıp anti-sinemist tavrımızın üzerine çizgi çekmeye. Ama nerede o filmler, nerede? Tamam, onlarca defa Bisiklet Hırsızları’nı, Roma Açık Şehir’i, Umut’u, Yol’u, Kızıl İlahi’yi, Ağıt’ı, Allonsanfan’ı, Çığlık’ı, Haftasonu’nu, Berlin Üzerinde Gökyüzü’nü, Mösyö Klein’ı, 1900’ü, 400 Darbe’yi, Nalın Ağacı’nı, Leopar’ı, Cezayir Savaşı’nı, O Şanslı Adam’ı, Eğer’i, Kerkenez’i, Korku Ruhu Kemirir’i, Kumpanya’yı izleriz de, arada yenilerin, Güneşli Pazartesiler’in, Güneşe Yolculuklar’ın, Postacı’ların, Resim Gibi’lerin, Borunu Öttür’lerin, Fidel Yüzünden’lerin, Hizmetçi’lerin, Sonbahar’ların sayısı da artıverse. Yoksa hep Ken Loach, hep Ken Loach, nereye kadar böyle?..
Aksi halde, son model Tarantino bozuntularına, kamerayı ilk defa şöyle ya da böyle kullananan teknik açılımlara, Tarkovski’nin bir o yana bir bu yana eğilen otlarına, mistik fıstıklara, öcüğe böcüğe ve elbette piyasaya teslim ederseniz sinemayı, iyice anti-sinemist olacağız ha! Madem bir buçuk, iki saatte öykü anlatıp geçiyorsunuz özetle, o halde sahici, çarpıcı, sıkı anlatılmış öyküler gerek bize...
Mübarek yeni film sezonu da geldi çattı, bağlayalım bir şekilde, daha köşeli bir siparişle:
Dedik ya, öykü anlatın, öykü bize. Yemişiz kurgusunu, tekniğini, bilmem neyi... Ahmaklaştırıcı değil, anlatımcı bir tarz istiyoruz sadece! Esaslı bir öykü olsun, mümkünse sade/yalın/duru olsun (bu üçlü de, yakın kuzeni sıcak/samimi/duyarlı gibi “sinema eleştirisi camiası”nın vazgeçilmezi oluyor gittikçe!), elbette insan araştırmasına, derinlikli karakter çözümlemelerine yönelsin, şu lanet düzene karşı eleştirel tutumumuzu geliştirsin, emekten yana bir tavır belirlesin, meta dünyasına ve piyasa ilişkilerine karşı dursun, şu cılkı çıkmış insan ilişkilerine dair farklı bir bakış geliştirsin, hayalgücümüzü uyarıversin, varoluşumuzu sorgulatıversin yeter!
Ha, bir de gerekiyorsa belgesel “tadında” olsun ama tam da belgesel olmasın hoca! Tüm bunları, özellikle sonuncusunu yapacağım derken Adornocu yönetmen Alexander Kluge’yi örnek almaya falan da kalkmasın ha! Oturduğumuz yerden, çok mu şey istedik acaba?..
(*) Yedi ay kadar önce, Birgün gazetesinin Eleştirel Kültür adlı ekinin üçüncü sayısında “kavram karmaşası” köşesinde yayınlanması niyetiyle kaleme aldığım, lakin söz konusu ek ve köşe, ilk iki sayının ardından üçüncüye ulaşamadan yayınına “dur” diyip internete taşınınca “açıkta” kalan bir yazıdır bu. “Bayram tatili dediğin tam da böyle yazıları (yeniden) gündeme getirmek için bir fırsattır” diye düşünerek bilmem ki hata mı ettim?.. İşte bunu en iyi okurlar takdir edebilir... Sinema meftunu ama bu düşkünlüğün yorgunu okurlar belki daha da iyi edebilir... (takdir... olmadı, tekdir... daha da olmazsa, referans Ziya Paşa...)
Başlığımızın yahut karmaşık kavramımızın oksimoron olması önemli oysa; bu med cezirli, çatışkılı, bir öyle bir böyle, endek döndek, kimilerimizin ancak annemizle paylaşabileceği yamanlıkta çelişkilerle dolu ruh halini nasıl anlatacağız başka?
Sinema çağındayız hoca! Hem gözümüzü dikeriz, hem burun kıvırır, dudak bükeriz (kulakları karıştırmayın bu işlere, onlar başka bir dünyada).
Neticede izleriz de izleriz, eleştiririz de eleştiririz, bazen “amma da müthiş” diyen sinema müdavimleri, bazen “amma da boş iş ha” diyen sinema düşmanları, anti-sinemist sinefilleriz! (Şu ifadeyi Türkçeleştirip ve de basitleştirip “sinema karşıtı sinema tutkunu” desek, tutarsızlığımız hepten ortaya çıkacak, o yüzden böyle “sofistike” ve de “altyazısız” takılıveririz.)
İzleriz, baktık olmadı, kasmayız, “Altı üstü iki saat kaybettik, boktan bir filmdi” deriz geçeriz. İzleriz, baktık olmuş, coşarız, iki, üç gün etkisinden çıkamayız, yazarız çizeriz, “Ne muhteşem bir filmdi” deriz.
Sinema çağındayız hoca, burası kesin ha! Sanatın bugünlerde, müzikle birlikte popüler olabilen tek ayağı olduğu da kesin. Lakin, edebiyat ve bilhassa roman çağında (tiyatro ve opera değil - maalesef o kadar değil!) saplanıp kaldığımız için, bir türlü tam alışamamaktayız bu duruma. “Görsel zenginlikler ve de kurgusal atraksiyonlar katılmış konsantre öykü anlatma sanatı”yla bir uzağız, bir yakınız.
İşin “yüksek sanat” bacağı, büyük yönetmenleri/auter’leri ayrı, “popüler sanat” bacağı, arada derede kalmış yönetmenleri ayrı olsa da, ilkini muaf sanmayın sakın ha, her ikisi de yaşatabiliyor “anti-sinemist sinefil” hissini sonuçta.
Özellikle kameranın yerini almaya başlayan bir bakış, teknik ayrıntılara dalış, kafayı senaryoya ve kurguya takış ve popüler konularda sınırsız kalem oynatış başladıkça...
Neler, neler var değil mi; Trier kamerayı kadının bedenine sıfır noktasına kadar yaklaştırırken cinsellik ve şiddete dair algımızı öyle bir dönüştürdü ki Angelopoulos’un kamerayı üç yüz altmış derece yavaş yavaş kaydırırken gerçek zaman ile film zamanını kavrayışımızla ilgili verili olanı parçalayan epik bir yorum geliştirmesini yahut Godard’ın kesintili anlatım tarzıyla yarattığı yeni farkındalığı, suratımıza çarptığı çıplaklığı vb. vb. idrak edemedik bile!
“Bunu daha önce yapan olmamıştı”, “Şu da yapıldı sonunda”, “ Onu daha önce falanca yaptı” değil mesele, ne anlattığı ile nasıl anlattığı ve ikisi arasındaki uyarlılık/bütünlük elbette... Ancak, denenmemiş anlatım tarzı, teknik ve yenilik beklentisiyle de beslenen “sinefili” öyle bir noktaya geldi ki, denemeler dünyasında bir yandan bütünlük kaybolurken, diğer yanda “boş iş la bunlar” denebilecek anti-sinemist bir “duyarlılık” da gelişti...
Kışkırtıcı olsun: Alın Claire Denis’i, vurun Alexander Sokurov’a. “Daha ilerisi/daha ötesi yok” denmesi için film çekilmesi, “sanat sineması” içindeki kapışmayı tetiklemiyor sadece, onu “aksiyon sineması”na da yakınlaştırıyor bir bakıma. Daha da kışkırtıcı olsun o halde: Alın Alexander Sokurov’un “Rus Hazine Sandığı”nı, vurun Christopher Nolan’ın “Başlangıç”ına.
İlki evladiyelik, ikincisi Oscarlık! İlkinde tek bir çekimle, evet, sadece tek bir çekimle Hermitage müzesinin odalarını gezip Rus tarihine ve dünya sanatına bakıyoruz, ikincisinde bin bir, hatta bir milyon bir çekimle “post-matrix” dünyasına dalıp, rüyalara düşünce yerleştirebildiğimiz, efendime söyleyeyim, üç katmanlı rüyalarda totemlerimiz sayesinde gerçekliği sınayabildiğimiz vb. vb. abuk sabuk manasız bir geleceğe uzanıyoruz! Tek çekimde de, bin bir çekimde de, nedense anlatılandan ziyade, anlatım tekniğine takılıyoruz. Bunlardan daha “ileride” neler yapılacak, neler yapılabilecek acaba, işte onları bekliyoruz...
Yok, “Christopher Nolan ve sürekli koşturmaca yalan, kriter olmaz ondan” diyorsanız, illa Oscarlık olacaksa, Kara Kuğu ve Zoraki Kral var, onlara da bakıyoruz.
İlki iyi. Lakin, kusursuz tekniğin, beyaz ve masum güzelliğin karşısına insanı kendinden geçiren ölümcül tutkuyu ve siyah dantelleri koyan öykü tamam da, gözünü kamera yerine koyunca bütün o iç daraltıcı gerilimler falan acayip sahte be hoca!
İkincisi de iyi. Lakin, bu defa daha gerçek bir öykü, daha gerçek karakterler ve daha gerçekçi bir anlatım zorlansa da, üzerinde güneşler batasıca Britanya daha beter, daha rezil, daha kekeme olsun yahu, bize ne bu anlatılanlardan be hoca!
Ne anlatmış ve nasıl anlatmış ve de ikisi arasındaki uyarlık/bütünlük demiştik değil mi; işte, eleştiri güme gitti bu ucuz görüntü dünyasında! Sizin anlayacağınız, ne kadar hayranlıkla izlerseniz izleyin, anti-sinemizm için çok geniş bir zemin var bu dünyada.
Oysa, sade/yalın/duru bir öykü anlatan, gösterirken gerçeği “gösteriş”e kaçmayan, oluştururken kurmacayı/kurguyu/fantaziyi bugün içinde bulunduğumuz durumu sorgulatan, elmayı göstermeden elmanın tadını bırakan, karanlığın ortasında aydınlatan be gülüm aydınlatan... filmler gördüğümüzde, çıkmaz da o zemin ortaya, kabarmaz da anti-sinemist duygularımız asla. Ama o kadar az görüyoruz ki o filmlerden, şu fani dünyada!
Yani, teşneyiz hepten sinefil olmaya, çelişkilerimizi aşıp anti-sinemist tavrımızın üzerine çizgi çekmeye. Ama nerede o filmler, nerede? Tamam, onlarca defa Bisiklet Hırsızları’nı, Roma Açık Şehir’i, Umut’u, Yol’u, Kızıl İlahi’yi, Ağıt’ı, Allonsanfan’ı, Çığlık’ı, Haftasonu’nu, Berlin Üzerinde Gökyüzü’nü, Mösyö Klein’ı, 1900’ü, 400 Darbe’yi, Nalın Ağacı’nı, Leopar’ı, Cezayir Savaşı’nı, O Şanslı Adam’ı, Eğer’i, Kerkenez’i, Korku Ruhu Kemirir’i, Kumpanya’yı izleriz de, arada yenilerin, Güneşli Pazartesiler’in, Güneşe Yolculuklar’ın, Postacı’ların, Resim Gibi’lerin, Borunu Öttür’lerin, Fidel Yüzünden’lerin, Hizmetçi’lerin, Sonbahar’ların sayısı da artıverse. Yoksa hep Ken Loach, hep Ken Loach, nereye kadar böyle?..
Aksi halde, son model Tarantino bozuntularına, kamerayı ilk defa şöyle ya da böyle kullananan teknik açılımlara, Tarkovski’nin bir o yana bir bu yana eğilen otlarına, mistik fıstıklara, öcüğe böcüğe ve elbette piyasaya teslim ederseniz sinemayı, iyice anti-sinemist olacağız ha! Madem bir buçuk, iki saatte öykü anlatıp geçiyorsunuz özetle, o halde sahici, çarpıcı, sıkı anlatılmış öyküler gerek bize...
Mübarek yeni film sezonu da geldi çattı, bağlayalım bir şekilde, daha köşeli bir siparişle:
Dedik ya, öykü anlatın, öykü bize. Yemişiz kurgusunu, tekniğini, bilmem neyi... Ahmaklaştırıcı değil, anlatımcı bir tarz istiyoruz sadece! Esaslı bir öykü olsun, mümkünse sade/yalın/duru olsun (bu üçlü de, yakın kuzeni sıcak/samimi/duyarlı gibi “sinema eleştirisi camiası”nın vazgeçilmezi oluyor gittikçe!), elbette insan araştırmasına, derinlikli karakter çözümlemelerine yönelsin, şu lanet düzene karşı eleştirel tutumumuzu geliştirsin, emekten yana bir tavır belirlesin, meta dünyasına ve piyasa ilişkilerine karşı dursun, şu cılkı çıkmış insan ilişkilerine dair farklı bir bakış geliştirsin, hayalgücümüzü uyarıversin, varoluşumuzu sorgulatıversin yeter!
Ha, bir de gerekiyorsa belgesel “tadında” olsun ama tam da belgesel olmasın hoca! Tüm bunları, özellikle sonuncusunu yapacağım derken Adornocu yönetmen Alexander Kluge’yi örnek almaya falan da kalkmasın ha! Oturduğumuz yerden, çok mu şey istedik acaba?..
(*) Yedi ay kadar önce, Birgün gazetesinin Eleştirel Kültür adlı ekinin üçüncü sayısında “kavram karmaşası” köşesinde yayınlanması niyetiyle kaleme aldığım, lakin söz konusu ek ve köşe, ilk iki sayının ardından üçüncüye ulaşamadan yayınına “dur” diyip internete taşınınca “açıkta” kalan bir yazıdır bu. “Bayram tatili dediğin tam da böyle yazıları (yeniden) gündeme getirmek için bir fırsattır” diye düşünerek bilmem ki hata mı ettim?.. İşte bunu en iyi okurlar takdir edebilir... Sinema meftunu ama bu düşkünlüğün yorgunu okurlar belki daha da iyi edebilir... (takdir... olmadı, tekdir... daha da olmazsa, referans Ziya Paşa...)
